|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
3.139.82.23 |
|
0 |
|
64 |
|
2146 |
|
3466 |
|
18756 |
|
|
|
1869593 / 2590099 |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
yaşlı olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardı. İçimden güldüm. Kendi kendime düşünüyordum: Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanıdırlar fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca... Akif: - Ne düşünüyorsun? Dedi. - Hiç. Dedim. Aradan yıllar geçti. Meşrutiyette, Baytar Müdüriumumîsi Abdullah'ı, Ziraat Nazırı, derecesini indirerek başka yere kaydırdı. Akif, onun muaviniydi; öfkeleniyordu: Abdullah Bey Mon Pelye'de ziraat okumuştu. Ona karşı bu haksızlık reva mıydı? Bu öfke o kadar fazilet: Erdem, mukavele: Sözleşme, umumen: Bütünüyle, seci-ye: Karakter, Müdüriumumi: Genel Müdür şiddetliydi ki, anlıyordum, kendine ait olmayan bu haksızlıktan Akif kendi aleyhine bir netice çıkaracaktı. Nasıl ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindekî memuriyetinden istifa etti. Beylerbeyi'ndeki evinde kendi yağı ile kavruluyordu. O sırada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittiğim için de öğle yemeklerine ondaydım. îstifadan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye başladım: Evin ıstırabı o derece belliydi. Bir cuma Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malûmdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif'in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif'in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti. Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif e sordum: - Kim bu yavrular? Akif cevap vermedi. Odaya girince, bu üç ıstırabını, bu misafir çocuklarını Akif’le takılarak tebrik ettim. Akif in yüzü değişti: - Misafir çocukları değil, benîm çocuklarım! Dedi. Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu? - Hasan Efendi öldü de..Dedi; ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendinin çocukları. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.
BİZ SÖZ VERDİK, SİZ OTURUN! Bir gün Çengelköyü’nde oturduğu Fıstıklı Köşk’te birleştik. Oradan bir yere gidecektik. Vapurun hareketine de pek az kalmıştı. Bir de baktık, Hüseyin Kâzım, Fatin Hoca, daha bir iki kişi çıkageldiler. Üstad onlara buyurun dedi, her birine ayrı ayrı iltifattan sonra: “Müsaadenizi rica ederim. Biz Âsım’la bir yere gidiyoruz. Söz verdik. Mazur görünüz. Siz buyurun, istirâhat edin. Başka gün yine görüşürüz inşaallah...” Dedi. Çıktık. Misafirler evde kaldı. Sür’atle yokuşu indik, vapura yetiştik. Bu hareketi benim havsalam pek almadı. “Üstad, dedim, bu tuhaf bir iş oldu!” “Hayır, hiç de tuhaf değil. Söz verdik, bizi bekliyorlar. Her medenî insanın bunu kabul etmesi tabiîdir. Hele Hüseyin Kazım böyle şeyleri pekâlâ bilir, tabiî görür.” Hakikaten birkaç gün sonra Hüseyin Kâzım Bey’i gördüğüm zaman Üstad’ın bu hareketini pek tabiî gördüğünü, hattâ takdir ettiğini anladım. DOĞRU MU?” Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Hiçbir kimse, onun bütün müddet-i ömründe bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere de çok kızardı. Her söze karışmaz, her hususda fikrini izhâr etmezdi. Fakat söylediği her söz mutlaka doğru idi. Bir gün birisi ile görüşürken, o zat: “– Doğru mu?” Dedi. Buna o kadar kızdı ki: “– Bir daha bana bu kelimeyi tekrar etmeyiniz!” diye müdhiş ikazda bulundu.80
HATİMLE TERAVİH Dayanıklı Müslüman Müderris İhsan Efendi anlatıyor: Bazı Ramazan geceleri biz de üstada cemaat oluyorduk. Yanlışsız okuyordu. - Üstat, hakikaten siz demir hafız olmuşsunuz, derdik. - Evet, derdi. Ben bunu Hocama da yazdım. Dedim ki: Ben Kur'an'ı himmetinizle takviye ettim. Şimdi hatimle teravih kıldırıyorum. Bana dayanıklı Müslüman gönder.
AKİF VE MISIR 932 yılında Mısır’a giderek ziyaret eden Eşref Edib, kaldığı odayı şöyle anlatmaktadır: “Eşya namına odasında birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccade, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey’in Afganistan’dan gönderdiği bir seccade. Bu seccade lüks sayılırdı.” Üstat evden eve taşınırken “konu-komşu eşyasını görmesin diye” geceleri taşındığını söylemiştir (Eşref Edib, 1962, 216). Üstadın evi, daha sonra bir su küpü ile zenginleşir. Ziyaretine gelen İhsan Efendi’ye şöyle müjdeler: “Çok zamandan beri bir su küpü almak istiyordum. Nihayet aldım. Şimdi böyle suyumuzu soğutup içiyoruz.” (Eşref Edib, 1962, 224) Ruhun Şad Makamın Cennet Olsun.
Bu haber 634 kez okunmuştur. |
|
|
|
|
|
Yorum yazabilmeniz için sisteme giriş yapmanız gerekir.
Toplam Yorum Sayısı : 0 |
|
|
|
|
MEZUNLARIMIZ |
|
|
Sizce Bu Kim ? |
|
|
|
|
|
|
|
|
|